29 Nisan 2012 Pazar

24 Nisan…Türkiye’nin Geçmişle İmtihanı…


Bir 24 Nisan’ı daha kazasız belasız atlattı Türkiye!
Türkiye’nin yöneticilerinin ve toplumun önemli bir kesiminin 25 Nisan günü aklından geçirdiği budur herhalde. Çünkü bütün gözler ve kulaklar ABD başkanının Ermeni “tehcir”i ile ilgili yapacağı geleneksel konuşmasındadır. Acaba bu yıl Başkan “soykırım” kelimesini kullanır mı diye yürekler ağza gelir.
Dün 24 Nisan’dı, yani Ermeni soykırımının ya da Ermenice ifadesiyle “Meds Yeghern” yani büyük felaketin 97. Yıldönümü. İstanbul’da Talat Paşa’nın emri ile yüzlerce Ermeni aydının ve toplum liderinin tutuklanıp sürgüne gönderildiği gün. Ermeni “tehcir”inin ve sonradan bütün Ermenilerin Anadolu’dan “sökülüp” atılmalarının başlatıldığı gün… Bir etnik grubun, Bu toprakların kadim bir halkının yerinden yurdundan tamamen atılması düşüncesinin hayata geçirildiği gün…
Ve yine bir 24 Nisan günü gözler ve yine kulaklar ABD başkanının konuşmasındaydı. Beklenildiği üzere bir kez daha “soykırım” kelimesi kullanılmadı, bunun yerine büyük felaket (Meds Yeghern) ifadesi tercih edildi. Gerek başkanlık koltuğuna oturmadan önceki konuşmaları gerekse sonraki konuşmaları bu büyük felaketi bireysel olarak “soykırım” olarak kabul ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte bu kişisel görüşü en azından bir süre daha devletin resmi görüşü haline getirilmeyeceği anlaşılmaktadır.
ABD’den çok uzaklarda felaketin asıl yaşandığı topraklarda yani bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarında ise bambaşka bir paradigma mevcut.  En hafif bahane “savaş şartları” olarak kayda düşülmektedir, hem de adlarına Prof. “title”leri eklenmiş “bilim” adamları tarafından. “asıl onlar Türkleri katletti” diye başlayan makaleler. Bu şartlar altında Türkiye’nin politikacıları ve yaklaşık yüzyıldır resmi paradigma ile büyüyen Türkiye toplumu için “soykırım”ı kabul etmek ve bunun karşılığında resmi bir özür[1] dilemek en azından şimdilik zor görünmektedir. Fakat bu topraklar için sevindirici bir şey var ki o da,  eskiden bunu değil dile getirmek düşünmek bile çok büyük bir olay iken bugün bu olayın artık düşünülebilir, üzerinde az da olsa konuşulabilir duruma gelmiş olmasıdır.
Üzerinde çok fazla acılar yaşanmış topraklardır, gözyaşı ve kanla sulanmış, dereler kan renginde akmıştır bazen. Hepsinin üzerine bir çizgi çekilmiş, inkar edilmiş, yok sayılmıştır. Hatta gerçekler tersyüz edilmiş, bu haliyle sunulmuştur. Zordur o yüzden bütün bir geçmişi yeniden okumak, yüzleşmek ve giderek kabul etmek, edebilmek. Özür dileme-ama öyle yapmacıktan değil, yarım-yamalak “Dersim özrü” gibi hiç değil- için bir başlangıçtır bu.
Yıl 2010 Aralık, Siirt’in Pervari ilçesine bağlı bir dağ köyü. Güneşli bir köy, evin önüne birkaç tane “kursi” çekiliyor, çay içiyoruz. Köyün ismi bir garip geliyor. “Ermeni köyü müydü bu köy eskiden?” diye soruyorum. “evet” diyorlar, yanımdakini gösterip “Bunun dedesi de Ermeniydi” diyorlar ve anlatmaya başlıyorlar hikayeyi; “Dedesi o zamanlar daha çocuk tabii, tüm diğer çocuklarla birlikte yakılmak üzere Çalların üzerine koymuşlar, bunun dedesi düşmüş o çalıların tepesinden aşağıya yuvarlanmış, öyle kurtulmuş, yaralı bir şekilde komşu köydeki Şex’in yanına gitmiş, tövbe etmiş, Müslüman olmuş öyle kurtulmuş”. Dedesi Ermeni olan (kendisi değil ama! Ermeni olmak daha çok dinsel bir kimlik olarak kabul edilmektedir o zamanlar, en azından halk arasında) kişi de elinde korucu silahıyla bizi dinliyor. Camiyi gösteriyorlar sonra, “eskiden kilise idi burası yıkıp yerine cami yaptılar”.
Bu sadece bir tanesi “büyük felakete” ait hikayelerden, böylesi binlerce vardır bu topraklarda. “Ferman”dır adı halk arasında. Ne anlama geldiği ve neler yaşandığını az-çok herkes bilir, yavaş yavaş dile getirmektedirler bugün.
Önce tarihi yenide okumak, resmi paradigmayı bir kenara bırakmak, bizzat tanıklıklara yeniden başvurmak gerekir geçmişle, geçmişimizle hesaplaşmamız için ve tabi gerçek bir özür dileyebilmek için…
Özür nasıl dilenir diyorsanız, bir örnek olarak Almanya Federal Devlet Başkanı Johannes Rau’nun Yahudi Soykırımı için İsrail Parlamentosunda dile getirdiği özrü hatırlamakta fayda vardır;

“İsrail halkı izlerken; öldürülenler, mezarı bile olmayanlar önünde eğiliyorum. Kendim ve kuşağım adına, geleceğini İsrail’in çocukları ile birlikte görmek istedğim çocuklarımız ve torunlarımız adına, Almanların yaptığı şey için affınızı istiyorum. Kurbanlar bizim geleceğimizin bir parçası olarak kalacak”.

25.04.2012
Diyarbekir




[1] “Özür” dileme ve bunun ifade ediliş tarzı ile ilgili güzel bir yazı için bkz. Aris Nalcı “Soykırımdan dolayı affınızı diliyorum!”. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1085864&CategoryID=99

21 Nisan 2012 Cumartesi

Kimse yok mu? ve vatansız kalma halleri...



Muhtemelen siz de görmüşsünüzdür yukarıdaki afişi. Bu afişi Diyarbakır’daki bir hastanenin camlarında gördüm.  Gözleri yardım bekleyen bir çocuk fotoğrafının üstüne yapıştırılmış Suriye bayrağı. Kampanya için etkili bir fotoğraf, görenlerde bir acıma ve yardım etme isteği hissi uyandırıyor. Fotoğrafın üst kısmındaki başlık –daha doğrusu soru- ilk bakışta bir irkilmeye sebep oluyor, daha sonra gözler sorudan çocuğun gözlerine oradan ara başlıktaki fotoğrafın –kampanyanın- derdine kayıyor. Ve alttaki yardım kuruluşunun adı ve yardım edilecek hesaplar ile tamamlanıyor afiş. “Yardım” kampanyası için başarılı bir afiş.
Buraya kadar her şey normal. Fakat normal olmayan, içinde beni rahatsız eden bir şeyler var.
Bu fotoğrafın – yada afişin- asıldığı yer ile sorduğu soru içinde tarihsel, ideolojik ve tabiî ki sosyolojik sorunları barındırıyor.
“Siz hiç vatanınız varken vatansız kaldınız mı?” belki bu fotoğraf ya da afiş ve sorduğu soru dünyanın başka bir bölgesinde herhangi bir şekilde sorunlu görülmeyebilir. İnsani bir yardım kampanyasının başarılı bir afiş çalışması olarak görülebilir, bu yardım kampanyasını organize eden yardım kuruluşunun ne kadar “insani”, ne kadar toplumsal çevresine duyarlı, insanlığa, savaşa ve savaşın sonuçlarına kayıtsız kalmayan bir yardım kuruluşu olduğunun bir göstergesi sayılabilir.  Ne var ki bu afiş bende aynı duygu uyandırmıyor, aynı şeyleri düşündürtmüyor.
Kimse yok mu? Yardım derneğinin adı. Samanyolu Tv’nin bünyesindeki bir programın adıydı önce sonra Tv bünyesinde bir derneğe daha sonra da “bağımsız” bir derneğe dönüştü. Yani dini yönü ağır basan “İslami” bir yardım kuruluşu. Bunun ne ayıp bir tarafı var ne de gocunacak, hatta yardımlaşma bizatihi İslam dininin ortaya çıkışında vardır. Diğer yandan mutlaka takdir edilecek bir çok şey de yapmışlardır. Sorun bunlar değil zaten. Sorun bizatihi sordukları “soru”da.
Amma velakin bu soruya benim cevabım “evet”tir. Hem de yüzyıldır kendi vatanımda vatansız kalmışım, vatansız muamelesi görüyorum hala. Sadece vatanım değil, dilim, kültürüm yok sayılmış, inkar edilmiş ve inkarın bir başka sürümü devrede bugün.
Din kardeşliği adı altında Kürtlerin “vatansız” kalmasının yolunu yordamını hazırlayan bir ideolojinin, bir tarihin temsilcilerinin kalkıp Kürtleri bizatihi kendi vatanlarında “başka” insanların acıları üzerinden yeniden sömürmeleri ve bunu yardımlaşma, dayanışma, din gibi kutsal kavramlar adı altında yapmaları, en hafifinden bu kavramlara saygı duymamaktır. Daha önemli bir başka soru/n ise, neden hala Kürtlerin kendilerini sürekli aşağılayanlarla birlikte hareket ettiğidir?
Saygılarımla,

 Not: Fotoğrafı bir türlü dikey konuma getiremedim ;-))