Necat
Keskin
(31.07.2013)
(31.07.2013)
Mayıs ayının son günlerinde başlayan, polisin
müdahalesi ile gittikçe yayılan ve şimdi şekil değiştirerek devam eden Gezi
Park eylemlerinin üzerinden bir buçuk ay geçti. Olayların ‘sıcak’lığı
azalırken olaylara ilişkin tartışmalar, özellikle de Kürt-Türk
muhalefetlerinin birlikteliği üzerinden, Kürt siyasetinin de içinde yer
aldığı HDK içinde ve diğer muhalif tartışma platformlarında tüm hızıyla devam
etmektedir.
Gezi Parkı eylemleri başlangıçta, az sayıdaki kişinin, merkezi
hükümet ve onun yereldeki devamı olan belediye ve valilik tarafından kentte
yaşayanlara sorulmadan, danışılmadan kentin doğal ve kamusal bir alanı olan
Taksim Gezi Parkı’nın, içindeki ağaçlar kesilerek ve alelacele tahrip
edilerek yerine alış veriş merkezi yapılmasına karşı, seslerini duyurmayı
amaçlayan bir eylemi olarak ortaya çıktı. Daha sonra polisin ‘orantısız güç’
kullanarak sert bir şekilde müdahale etmesi ve orada bulunanların gösterdiği
direniş bir anda eylemin ‘Gezi Parkı Direnişi’ olarak yankısını diğer illerde
de göstermesini beraberinde getirdi. Artık olay 3-4 ağaç meselesi olmaktan
çıkmış, daha fazla demokrasi ve özgürlük mücadelesi haline gelmişti. Tam da
2002 yılında AKP’nin iktidara gelirken öne sürdüğü söylemler yani!.
Demokrasi, özgürlük, askeri vesayetin kaldırılması
iddiaları ile iktidara gelen -ve bunları kısmen de gerçekleştiren- AKP ve
lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kavramlardan ne anladığı ‘ustalık dönemi’ne
gelince ve özellikle de her hangi kitlesel bir muhalefetle karşılaşınca
anlaşılmaya başlandı. Bahsedilen bu demokrasi ve özgürlüğün AKP tarzı bir
demokrasi ve özgürlük anlayışı olduğu, bu anlayışın çerçevesi dışında kalan
her türlü düşünce ve eylemin kendi iktidarına karşı gerçekleştirilen,
dışarıdan destekli eylemler olarak ‘suç’landığı görüldü. Dolayısıyla,
iktidarının ‘ustalık dönemi’ aynı zamanda kendi iktidarını ve vesayet
sistemini iyice oturttuğu bir dönem oldu. Askeri vesayetin yerine bu sefer
polis vesayeti geldi. Kürdistan’da Kürt siyasetçilere ve seçilmişlere yönelik
ortam dinlemeleri’, ‘gizli tanıklar’ –ki bazılarının bizzat polis oldukları
ortaya çıktı- ile gerçekleştirilen operasyon ‘dalga’ları ‘bu vesayet rejimi
altında gerçekleştirildi. Bu haksız ve hukuksuz uygulamalara tepki gösteren
halkın demokratik tepkisi meydanlarda gaz bombaları, tazyikli sularla ve
şiddetle-yoldan geçenlerin bile küfürlerle ve basit nedenlerle dövülüp
hırpalandığı- müdahale eden bu yeni vesayet sistemi ile karşılaştı. Örneğin
Diyarbakır, en son açlık grevleri sırasındaki gösterilerde günlerce gaz
bulutu içinde kaldı, sokaklarda yürüyenler coplandı, elinde düdük olanlar
bile dövüldü. Yine gazeteciler, avukatlar, sendikacılar yine iktidarın
kendine has demokrasi ve özgürlük anlayışı ile cezaevlerine gönderildi.
Gazeteciler işlerinden oldu/atıldı.
Sonra bir ‘süreç’ başladı. Kürtlerin, çağrının Abdullah Öcalan’dan geldiği için ‘güven’diği ve ‘barış ve demokratik çözüm süreci’ olarak adlandırılan bir süreçti. Bu, gerillanın çekilmesi ile başlayıp daha demokratik, özgürlükçü, herkesin kendisini özgürce ifade edebildiği bir Türkiye ile sonuçlanacak bir süreç olarak ortaya konuldu. Yine, çeşitli ‘provakasyonlar’a rağmen ‘sorunsuz’ devam eden bir süreçti. Ta ki ‘Gezi Park’ olaylarına kadar!.
Gezi Park eylemleri her ne kadar ‘birkaç ağacın kesilmesi’ne
karşı yapılan bir eylem gibi ortaya çıksa da, özellikle polisin sert ve
fütursuz müdahelesi ile AKP ve onun nobran, kendinden başka kimseyi
tanımayan, dinlemeyen politikalarına karşı halkın ‘kendiliğinden’ bir
direnişi haline gelmeye başladı. Bu bir açıdan AKP iktidarının
otoriterleşmesine karşı direniş eylemleri olarak yayılırken diğer taraftan
aynı eylemler AKP iktidarının söz konusu ‘otoriter’liğini daha da pekiştirme
yolunda bahanesi oldu. Bir anlamda Gezi Park eylemleri devletin ve son olarak
AKP iktidarının Kürt muhalefeti üzerinde uyguladıkları polisiye yöntemlerin
yeni nesil Türk –Gezi- muhalefeti üzerinde de uygulandığı alanlar oldu
denilebilir. Bu bağlamda şu soruyu sorma gerekliliği ortaya çıkıyor/du.
Devletin ‘Diyarbakır’ ve ‘İstanbul’ üzerine aynı yöntemlerle müdahalesi, söz
konusu yerlerdeki ‘Kürt’ ve ‘Türk’ muhalefetlerini bir araya getirebilecek
miydi ya da bundan sonra getirebilecek mi? Özellikle, Abdullah Öcalan’ın
Newrozda açıkladığı ve ‘demokratik birliktelik’ olarak ifade edilebilecek
mesajından sonra bu soru daha da çok önem kazanıyor.
Öncelikle her iki muhalefetle, yani Gezi muhalefeti de
diyebileceğimiz Türk muhalefeti ve Kürt muhalefeti ile ilgili bazı tespitler
yapmak gerekir. ‘Gezi muhalefeti’, örgütsüz, kendiliğinden meydana gelen ve
içinde değişik grup ve anlayışlardan, çeşitli ideolojik yönelimdeki
insanlardan meydana gelen bir yığın muhalefeti görünümündedir ve son
zamanlardaki Taksim Dayanışması, HDK ve çeşitli sol grupları ve hatta
ulusalcıların bu yığın hareketini örgütleme çabaları bu ‘dağınık’ olma
durumunu değiştirmemektedir. Diğer taraftan, örgütsüz, kendiliğinden ve
içinde farklı anlayışları barındırması, bu muhalefetin ‘yeni’ olan en önemli
özellikleri olarak da değerlendirilebilir.
Öbür taraftan, BDP’nin (ve tabii ki PKK) önderlik ettiği
Kürt muhalefeti[1] KCK adı altında yapılan tüm
tutuklamalara ve cezalandırmalara rağmen örgütlülüğünü koruyan,
‘gerektiği’nde kolayca mobilize olabilen örgütlü bir ‘halk’ muhalefeti
görünümündedir. Bunların yanı sıra, 30 yıl süren bir savaşın yorgunluğu ile
‘barış süreci’ içinde ‘müzakare’ halinde bir örgütsel ilişkinin içinde yer
alan bir muhalefettir. Dolayısıyla ülkenin batı yakasında meydana gelen Gezi
park eylemlerine ‘batı’ ve ‘doğu’ yakasındaki yaklaşım farkları ve
eleştiriler de iki ‘muhalefet’in söz konusu bu özellikleri bağlamında ele
alınmalıdır.
Gezi Park eylemlerinin başlangıcında her ne kadar
BDP’den milletvekili Sırrı Süreyya Önder ön plana çıkmış olsa da, genel
olarak Kürt siyasetinin bu eylemlere ‘mesafeli’ durduğunu belirtmek gerekir.
Mesafeli duruşun, Abdullah Öcalan’ın Gezi Parkı’nı ‘selamlama’sından sonra
kısmen değişmesine ve Gezi park eylemlerinin Kürt siyasetinde daha çok
konuşulmaya başlanmasına rağmen devam ettiğini söylemek sanırım yanlış
olmayacaktır. Nitekim ‘selamlama’nın sonrasında bile Sırrı Süreyya Önder’den
gelen eleştiri bu ‘tespit’i doğrulamaktadır. Bu ‘mesafeli’ duruş Sırrı
Süreyya Önder’in rahatsız olmasına ve " Türkiye yanıyor,
dünyanın en büyük isyanlarından biri... DTK tek cümleyle destek açıklaması
yapmadı"[2]diyerek tepkisini ortaya koymasına
neden olmuştur. Bununla birlikte, bugünlerde yine içinde Sırrı Süreyya
Önder’in ve BDP’lilerin de bulunduğu toplantılarda Gezi Park eylemlerinin
sahiplenildiği görülüyor. Fakat bu durumun Kürdistan’da da aynı şekilde
sahiplendiğini söylemek güçtür.
Kürt siyasetinin Gezi parkı eylemlerine başlangıçtan
itibaren –sonradan kısmen değişse de- mesafeli duruşunun arkasında yer alan
bazı nedenlerin ve algılamaların olduğunu belirtmek ve diğer taraftan da Gezi
Parkı’nın Kürt siyasetinin ‘gündem’ine girmesine rağmen, tabanın gündemine
giremediğini de eklemek gerekiyor.
Bu durumu ortaya çıkaran nedenlerin en başında, her
iki ‘yaka’nın farklı ‘gündem’lere sahip olmaları, farklı gündemler yaşıyor
olmaları gerçeği gelmektedir. ‘Batı’ yakasında gündem, AKP’nin otoriter ve
her şeyi bilen, her şeye karar veren otoriter politikaları ve buna karşı
çıkma iken; ‘doğu’ yakasında ise, 30 yıl savaşın ardından ‘barış’ umudunu
canlandıran ‘süreç’ gündemin neredeyse tümünü oluşturmaktadır. Daha önceki
çabaların sonlanmasına neden olan ‘provakasyon’lar, Kürt siyasetinin ve
tabanının Gezi Parkı eylemlerini var olan ‘süreç’e karşı provakasyon olarak
görmelerini beraberinde getirmiştir/getirmektedir.
Nitekim Gezi Parkı eylemlerine ilişkin - özellikle de
ilk başlarda- tabanda şu ifadeler yaygın bir şekilde duyulmaktaydı; “Gezi
Parkı eylemleri aslında AKP iktidarını devirmeyi kendine amaç edinen
ergenekoncu ve ulusalcı kesimlerin ‘hakim’ olduğu eylemlerdir”, dolayısıyla
“bugün müzakere halinde olduğumuz AKP giderse, bu müzakerenin de bitmesi
anlamına gelir ve onun yerine gelecek olanlarla konuşmamız bile mümkün
olmaz”.
Diğer yandan bu algı, başından beri bizzat AKP
tarafından, fakat farklı bir amaçla, ‘doğu’ ve ‘batı’ muhalefetlerinin bir
araya gelmemeleri için beslendi, kullanıldı. Nitekim Gezi olaylarının
‘süreç’e yönelik komplo olduğu bugünlerde yine Başbakan ve kurmayları
tarafından dile getirilmesi bu tespiti doğruluyor. Bu söylemin Kürt ve Türk
muhalefetinin olası birlikte hareket etmelerinin seçimlere giden AKP iktidarı
ve ‘başkan’ı için doğurabileceği muhtemel olumsuz sonuçların önüne geçmeye
yönelik bir ‘taktik’ olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
‘Batı’dan gelen ‘Amed’den neden ‘ses’ çıkmıyor soru
ve eleştirilerine yönelik ‘doğu’dan gelen cevabi yaklaşım da bir önceki ile
benzer ‘algı’lar üzerinde inşa edildi. Bu da, aynı zamanda yıllar boyunca
Kürdistan ve Türkiye’de Kürtler ve Türkler arasında oluş(turul)an
‘boşluk’u (ing:gap) ortaya koyması anlamında da önemli olan ve ‘yıllar
boyunca Kürdistan’da ormanlar hatta köyler içindekilerle birlikte yakılırken
siz nerdeydiniz?’ ifadeleriyle ortaya konulan yaklaşımdır.
Bununla birlikte, Gezi Parkı eylemlerinin olumlu
sonuçlarından bir tanesi de –çok yaygın olmasa da- bu algı farklılıklarının
gün yüzüne daha görünür bir şekilde çıkmış olması ve karşılıklı olarak
birbirlerini ‘anlama’ çabasının başlamış olmasıdır. Birbirlerini ‘anlama’
girişiminin içinde bulunduğumuz ‘çözüm’, ‘barış süreci’ veya ‘demokratik
çözüm’ süreci olarak adlandırılan süreçle ve bu sürecin devam etmesiyle çok
yakından ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Diğer taraftan birbirini
‘anlama’nın geliştirilmesi, bunun ‘söylemsel’ düzlemden ‘pratik’e aktarılıp
aktarılamayacağına bağlıdır.
Bugün gelinen noktada, ‘burada’, özellikle tabanda,
Kürtlerin söylem düzeyinde ‘Gezi Direnişi’ne destek olup pratikte alanlara
yansıtmamasının Kürt siyasetinin bir ‘başarı’sı olduğuna dair yaygın bir
‘kabul’ hissediliyor. Bu ‘kabul’e göre, 30 yıllık bir savaşı bitirebilecek
bir ‘barış süreci’nin yeni başlamış olması ve ağır aksak da olsa ilerliyor
olması nedeniyle, yine bu savaştan yorgun düşmüş bir kitlenin eni sonu belli
olmayan, programsız bir maceraya atılmasının önüne geçilmiş olması, fakat
aynı zamanda ‘söylem’ düzeyinde desteğin sunulmuş olması ile Gezi Parkı
süreci ‘kayıp’sız atlatılmış olmaktadır.
Bu yaklaşımın, Kürdistan gerçekliğinde bir anlam ifade etse de, özellikle bundan sonraki süreçte, özellikle de olası ‘süreç’ kazasında, BDP ve yeni kurulan HDK açısından sorun teşkil edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlamda, HDK ve Taksim Dayanışmasından heyetlerin Lice’yi ve burada karakol protestosunda hayatını kaybeden Medeni Yıldırım’ın mezarını ve ardından DTK’ni ziyaret etmeleri[3] birbirini ‘anlama’ya ve ‘birlikte hareket etme’ye yönelik ‘Gezi’nin ortaya çıkardığı olumlu sonuçlar olarak –ki bence en olumlu tarafı bu olmuştur- görülebilir. Bununla birlikte, Gezi Parkı eylemlerine yaklaşım öz eleştirel bir şekilde tekrar ele alınmadığı sürece BDP’nin ve HDK’nin Türkiye’ye ‘yayılması’ sorunlarla karşılaşacaktır[4].
SONUÇ
Gezi parkı eylemleri nereden bakılırsa bakılsın son
30 yıllık Türkiye muhalif hareketinde bir dönüm noktasını oluşturmuş ve
oluşturmaya da devam etmektedir. Dolayısıyla bundan sonra ne iktidar için ne
de sol için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Diğer taraftan Gezi Parkı
eylemleri ile birlikte belki de ilk defa kitlesel düzeyde ‘batı’nın ‘doğu’yu
anlaması yönünde geleceğe dönük-az da olsa- umut verici bir yönelim ortaya
çıktı.
30 yıldır süren, yargısız infazlar, toplu mezarlar, köy
yakma ve boşaltmalarla seyreden ‘kirli savaş’ın bitmesi yönünde bir umudu
ifade eden ‘çözüm’ süreci, savaştan çıkmış yorgun Kürt siyasetinin ve genel
olarak Kürtlerin –haklı olarak- gezi park eylemlerinde ‘pratik’ alanda –tüm
gücüyle- yer almalarının önüne geçmiştir. Bu durumun AKP iktidarı ve
‘süreç’in sağlıklı ilerlemesi açısından olumlu sonuçları olduğunu ifade etmek
gerekir.
Bununla birlikte, Türkiye’de meydana gelen ve gelecek
her şeyi ‘süreç’ perspektifinden değerlendirmenin ilk başta Kürt siyasetinin
savunduğu ‘demokratik özerklik’le bağdaşmadığını ve bu ‘tavır’ın süreklilik
arz etmesi halinde yukarda da ifade edildiği gibi Kürt siyasetinin
‘Türkiye’leşmesi önünde engel teşkil edeceğini belirtmek gerekir. Ne de olsa
‘Demokratik özerklik’, sadece Kürtlere değil, tüm Türkiye ve Kürdistan’daki
diğer halklara ve onların gönüllü birlikteliğine, yönetimde demokratik
işleyişe, doğanın korunmasına, kadınların özgürlüğüne dayanan bir ideali
ifade etmektedir[5].
Diyarbakır
15.07.2013
[1] Belli
bir kitlesel desteği olmasına ve son zamanlarda ‘Kürt’ sorunu ile
ilgilenmesine rağmen, söz konusu sorunu içselleştirmeyen ve ‘Kürt sorunu’nda
aktif olmayan Hüda-Par’ın Kürt muhalefeti içinde değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte bu yazıda
aynı nedenlerle ‘Kürt muhalefeti içinde değerlendirilmemiştir. Buna dayanak
olarak da şimdiye kadar ‘süreç’ konusunda ya da ‘Kürt sorunu’ hakkında doğru
dürüst bir ‘eylem’ gerçekleştirmeyen Hüda-Par’ın geçtiğimiz günlerde Diyarbakır
Sanat sokağı’ndaki Mısır’ın devrik cumhurbaşkanı Mursi’yi destekleme yürüyüşü
verilebilir.
[2] http://www.radikal.com.tr/politika/sirri_sureyya_onder_turkiye_yaniyor_dtkdan_tek_cumle_yok-1138415
[3] http://firatnews.com/news/guncel/dayanisma-medeni-yildirim-in-vuruldugu-yere-gidiyor.htm vehttp://firatnews.com/news/guncel/hdk-heyeti-amed-e-ulasti.htm
[4] Burada aynı şekilde, ‘Gezi
muhalefeti’nin de, yıllar boyunca Kürdistan’da ‘olup-biten’lere karşı
‘sessizliği’ni öz eleştirel bir yaklaşımla ele alması gerektiğini, aksi
takdirde ‘Kürt’ ve ‘Türk’ muhalefetinin ‘birlikte hareket etme’sinin
koşullarının önemli ölçüde zorlaşacağını ifade etmek gerekir.
[5] Bu yazı hazırlanırken ANF’de
yer alan bir röportaj ve Gündem gazetesindeki Veysi Sarısözen’in köşe yazısı
Kürt siyasetinin Gezi Parkı eylemlerine ilişkin –yukarıda da dile getirilen-
genel tutumunun eleştirisi –aynı zamanda tespiti-anlamında önemlidir. Veysi Sarısözen,15.07.2013
tarihli Gündem gazetesindeki köşesinde –aynı zamanda ANF’de yayınlanan
yazısında- Bursa’da BDP’li Sabahat Tuncel ve CHP’li Sena Kaleli’nin yer
aldığı ‘Barış için Bursa Kadın Girişimi’nin yaptığı yürüyüşten hareketle,
“Gezi’den “uzak” durarak ve CHP’ye ve “samimi ulusalcılara” önyargıyla
yaklaşarak, kimi zaman da “solu bir yük” gibi görerek kendini yalnızlaştırmak
barış ve çözüm sürecine zarar verir” diyerek bir şekilde Kürt siyasetinin
Gezi eylemlerine yaklaşımını eleştirmektedir (http://firatnews.com/news/guncel/kadinlarin-eylemi-herkese-kazandirir-veysi-sarisozen.htm).
ANF’de yer alan ikinci haber ise, İstanbul Kadıköy Yoğurtçu
forumu dış ilişkiler temsilcisi ile yapılan bir röportaj. Bu röportajda
forumun dış ilişkiler komisyonu temsilcisi Zeki Özkorkmaz, BDP’nin forumlara
tecrübesi ile forumlara katılmasının ihtiyacını ve eksikliğini dile
getirmektedir http://firatnews.com/news/guncel/forumlarda-bdp-nin-eksikligi-hissediliyor.htm).
Kürt siyasetinin Gezi eylemlerine yaklaşımına yönelik hem ‘içerden’ hem de
‘dışarıdan’ gelen benzer eleştirilerin önümüzdeki süreçte ‘Kürt’ ve ‘Türk’
muhalefetinin ‘birlikte’ hareket edip etmeyeceklerini zaman
gösterecektir.
|