Zor günlerden geçiyoruz, kötü günlerden. her günün bir
öncekinden daha da kötüleştiği kabus gibi günlerden geçiyoruz. Her sabah bir
önceki günün rüya olduğunu düşünerek uyanıyoruz, fakat gerçeklik her sabah bir
tokat gibi yüzümüzde, gözümüzde ve giderek vicdanımızda patlıyor.
Bir kısır döngü içindeyiz... konuşmanın anlamsız, "kelimelerin
kifayetsiz", sessiz kalmanın vicdan sızlattığı bu kısır döngü içinde
giderek kirleniyor, çürüyoruz toplum olarak içten içe. Bazılarımız farkında,
büyük çoğunluk ise gayet memnun hayatından. Azınlıkta kalan bizler ise bizi bir
sonraki güne “sağ salim” ulaştıracağına inandığımız umuda sarılıyoruz.
Ölümleri kanıksayan, hatta var olan ölümlerle yetinmeyen,
daha fazlasını isteyen büyük çoğunluk daha fazla gibi, ya da sesleri daha çok
çıktığındandır fazla görünmeleri.
Ajansların her gün verdiği ölüm haberleri bu büyük çoğunluğu hiç
de rahatsız etmiş gibi gözükmüyor. Rahatsız olanların da sesi çık(a)mıyor. Daha
da kötüsü, bir yıl öncesinden hükümet yakını kalemlerin "öngördüğü"
gibi "alışıyoruz" galiba bir bütün olarak. Fakat bu, sonuçlarını
sonradan daha şiddetli hissedeceğimiz hastalıklı bir "alışkanlık"
durumu. 15 Temmuz daha bir alıştırdı bizi sanki her şeye…
15 Temmuz "kalkışması" neydi? Kim vardı, kimler destek verdi, kim arka çıktı, asıl
amacı neydi? siyasi ayağı ya da ayakları kimdi? soruları tam olarak cevabını
bulmadan, Türkiye Suriye iç savaşına "doğrudan" müdahil oluyor, daha
da içerilere inme konusunda süper güçlerle pazarlıklar yapılıyor. Ve daha fazla
ölüm, gözyaşı, baskı anlamına gelen bu "müdahil" olma durumuna
karşılık bir karşı-tepki görülmüyor; bu "müdahale"yi savunmak ve
övmek serbest, fakat eleştirmek yasak oluyor. Bu konuda fikir beyan siyaset
bilimciler (Mardin Artuklu Üniversitesi Uluslararası ilişkiler ve Siyaset
Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi Naif Bilmedi örneğinde olduğu gibi) görevlerinden
uzaklaştırılıp cezalandırılabiliyor. “Barış isteyen akademisyenler” fırsattan
istifade birer birer görevlerinden uzaklaştırılıyor. Akademi suskunluğa
gömülüyor…
Hepimize "susun!" diyorlar, ya alkışlayın ya da
sesinizi çıkarmayın diyorlar. Fikirlerinize, eleştirilerinize ihtiyacımız yok
diyor kısacası... Susarsanız belki size dokunmayız demek istiyorlar... Ülkenin
içinde bulunduğu durum ile ilgili “muhalif” bir ses çıkmasını istemiyorlar.
Temel problemleri hakkında konuşulmasını da…
Ülkenin kuruluşundan bu yana en "temel" problemi
Kürtler oldu ve hala "Kürt sorunu" en temel problem.
Bu konuda her Başbakanın göreve geldiğinde yeni
"paket" açıklaması bir gelenek halini almış ve bu geleneğe sayın
Binali Yıldırım da uyuyor. Fabrikalar kurulacak, istihdam sağlanacak ve
"çözüm mözüm" olmayacak. Bir yanda ekonomik tedbirler alınacak, halka
iş, aş verilecek, diğer yandan devlet-halk arasında gönül köprüleri inşa
edilecek. Fakat bu köprü inşa etme işinde de bir sıkıntı var gibi.
Şöyle ki; Hükümet ve devletin zamanında Başbakan
Davutoğlu'nun bir "geleneksel" ziyarette ifade ettiği gibi
"bölgedeki halkın kalbine" gitmek için Kürt illerinde valiliklerin,
emniyetin, askeriyelerin ve karakolların çevresi büyük duvarlarla çevrilmiş,
duble yolların karakola yakın bölümleri tek yola dönüştürülmüş, örneğin
Diyarbakır'ın hemen her noktasında arama yapılan "güvenlik" noktaları
oluşturulmuş falan. Kuşkusuz bütün bunlar örgütün bombalı eylemlerine karşılık
alınmış güvenlik tedbirleri, fakat bu durumun devlet-halk arasındaki
"gönül köprüsü" inşası gibi durmadığı ve ona hizmet etmediği
dışarıdan bakan bir göze görülmeyecek gibi değil.
Daha çok "gönüllere korku salmak" ile ilişkili
görünüyor. Geleneksel paketin içinde yer alan "terör örgütü ile bağlantılı
14 bin öğretmenin görevlerinden uzaklaştırılacağı" müjdesi de bununla
ilgili. Sonra akademisyenler, hukukçular, sağlıkçılar...önce "ses"
verenler, sonra "sessiz" kalanlar...
On binlerce öğretmeni, polisi, askeri bir gecede "FETÖ"
bağlantısı ile görevden alan hükümet "kandırıldık" söylemi ile
"siyasi sorumluluk"tan kaçmaya çalışıyor, olmayınca çözümü yine
solcu, demokrat ve kürtleri hedef göstermekte buluyor. Olmuyor, çünkü bir yanda
"kandırıldık" deyip işin işinden sıyrılmaya çalışırken, diğer yandan bir
gazeteye abone olan, bankaya para yatıran ve o görüşlere "sempati"
duyan sıradan bir öğretmeni, bir memuru "terör örgütü üyesi" olarak
işten atmayı her şeyden önce kendi tabanına anlatamıyor. Anlatamayınca da
geleneksel "çözüm"e, "başka bir hedef bulma"ya yöneliyor ve
40 yıldır işe yarayan "bölücülük" üzerinde yeniden hayat bulmaya
çalışıyor.
Diğer yandan herkesin kendisinden "korktuğu" bir
"korku toplumu" inşa etmeye çalışıyor gibi görünüyor.
Aslında 14 yıl boyunca iş başında olan hükümetlerin başından
beri başarılı olduğu noktalardan bir tanesi herkesi kendi "kişisel
sorunu" ile meşgul etmesi olmuştur. Böylece "kişisel
sorun"larıyla meşgul, kendi korkularına hapsolmuş, başkalarının
sorunlarına, acılarına duyarsız bir toplumsal halet-i ruhiye ortaya çıkarmış. Atılan
"ben" değilsem "iyi olmuş"tur.
14 bin öğretmeni işten atacağız denildiğinde toplumsal bir
histeri ile "yetmez, daha fazla" diyen sosyolojiyi bir de buradan
okumakta fayda var.
Ölüm karşısındaki durumu da aynı şekilde. Bu yüzden devlet
erkanı daha fazla güneşte beklemesin diye "şehit"in üzerine kepçeyle
toprak dökülmesi pek de yadırganmıyor. Dahası daha fazla "şehit"
olsun diye çarpıyor eller, yeter ki "şehit" o olmasın...
14 bin öğretmene ilişkin listeler valiliklerde, herkeste bir
"umutsuzluk" hali, "listede adım var mı" acabası; ve büyük
bir sessizlik... Bayram geliyor, devlet ve hükümet bir araya gelmiş
"kurban"a girmişler sanki... Bu seneki kurban büyük bir "kamu
görevlileri"... kes kes bitmez...
İşte böylesi günlerden geçiyoruz, "iyi" hissetmenin,
akıl ve ruh sağlığımızı korumanın bu şartlar altında gerçekten zor olduğu
günlerden... Hala delirmediysek ve hala "ses"imiz çıkıyorsa
"umut"tan, "dayanışma"dan, özgürlüğe, barışa, "her
şeyin mümkün olduğu" bir yer ve zamana olan inançtan olsa gerek...
09.09.2016
Mardin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder