Bir Taş Olsam[1]…
Önce çocukları vurdular, vurdukça daha da çoğaldılar… Öfkeleri
daha da büyüdü… Sonra ellerine taş alıp kendilerini döven, işkence eden, gözünü
kırpmadan vuran zalimlere attılar. Onlara taşla karşılık verdiler, tıpkı
Filistin’deki yaşıtları gibi… Çünkü “çocuk”tular ve başka da bildikleri bir
“silah” yoktu ellerinde. Adları “taş atan çocuklar” oldu… Tıpkı Filistin’deki
yaşıtları gibi en öndeydiler hep… Bir farkla, onlar Kürt çocuklarıydı,
görmezlikten gelinebilmelerinin, her türlü baskı, işkence ve tacize maruz
bırakılmalarının dayanağı da bu oldu.
Çoğu “kirli savaş”ın içine doğmuş ve daha doğarken,
köyünden, toprağından, en yakınlarından
koparılmış bir şekilde şehirlere, şehirlerin de varoşlarına göç etmek zorunda
bırakılmışlardı. Yakılmış köylerinin dumanlarını uzaktan seyrederek yola
düştüklerinde, kalplerine de bir öfke düşmüştü, bir daha hiçbir zaman
sönmeyecek.
Yoksulluklarının, itilip kakılmalarının, annesiz-babasız
kalmalarının müsebbibini çok iyi tanıyorlardı. Bir travma yaşamışlardı ve hala
da yaşatılıyordu onlara aynı “kirli güçler” tarafından.
Öfkelerini demirden yapılmış zırhlı “akrep”lere taş atarak
dile getirmeye çalıştılar çoğu zaman bir oyuna dönüştürerek. Çünkü her şeye
rağmen çocuktu onlar ve büyüklerden rol çaldıklarının farkında olmadan oyun
oynamak istiyorlardı, oyun oynuyorlardı. Bir keresinde onlarla röportaj yapan Ece
Temelkuran’a içlerinden birisi “neden taş attınız?” sorusuna çocuk saflığıyla,
polisleri kastederek “ama onlar başlattı” diyordu. Çocuk her yerde çocuktu,
fakat onlar farklıydı, çünkü onlar Kürt çocuklarıydı, onlar “Taş atan
çocuklar”dı.
Onlar taş attılar, polis amcaları gaz
bombası… sonra gözaltına alındılar gecenin bir yarısında evlerinden,
tutuklandılar devletin şefkatli sıcak yüzünü daha yakında görmek için… Cezaevlerinde
de boş durmadı devlet, bu küçük çocuklara “en şefkatli yüzünü” göstermek
istiyordu. Onları “adi” suçluların ortasına attı, salyalarını akıtmış
insanlıktan nasibini almamış yaratıklar da, devletin gücünü arkasına alarak, bu
çocuklara “şefkat” gösteriyorlardı. Çünkü onlar çocuk değildi, onlar “Taş atan
Kürt çocuklarıydı” ve bu “suç”larıyla her şeyi hak ediyorlardı. Hem ne diyordu
emniyetin başındaki adam habertürk ekranlarında; “her şeyden önce şunu görmek gerekiyor, bu çocuklar baklava çaldıkları
için girmediler oraya”.
Yani, önce vuruldular bu çocuklar,
sonra “demokrasi” geldi tutuklanmaya başlandılar… ve ileri demokrasi ikliminde
cezaevlerinde onların payına düşen, dayak ve cinsel tacizdi. Çünkü onlar
“baklava çalan çocuklar” değil, “taş atan çocuklar”dı. Sanki baklava çalan
çocuklar saraylarda yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında seyr-ü sefa
içinde yaşıyorlarmış gibi. Sesleri çıkmıyorsa “baklava çalan çocukların”,
korkularından, bir yaşam biçimi haline gelmiş suskunluklarındandır.
Pozantı cezaevinde bir skandal,
(normal şartlar altında ve normal bir devlette bir skandal olması gereken bu
tür bir olay) hepsi aynı zamanda birer politik tutuklu olan bu çocukların
konuşmaları ve onları dinleyen cesur gazeteciler sayesinde ortaya çıktı. Sonraki gün hem konuşanlar hem de onları
dinleyip bu skandalı ortaya çıkaran gazeteciler “dalga”ya kurban gittiler.
Uzunca bir süredir Kürtlere karşı bir
sürek avı devam ediyor. Önceleri apoletli şimdilerde ise yeşillenmiş
renkleriyle büyük, kocaman medya tarafından “dalga” olarak ifade edilen bu
sürek avı artık sadece sisteme ve/veya iktidara muhalif Kürtleri değil, bir
süredir onların dostlarını da hedef haline getirmiş durumda. Bu konuda Profesör
Büşra Ersanlı, yayıncı Ragıp Zarakolu günümüzün sembol örneklerdir. (Bilim
adına Kürtlerin dertlerine kafa yorduğu için ömrünün önemli bir bölümünü
cezaevlerinde geçirmiş İsmail Beşikçi hoca, Türkiye’de Kürt olmayıp da
Kürtlerle ilgilenmenin, onların dertlerine kafa yormanın nasıl netameli bir iş
olduğunun çok canlı bir örneğidir ve bu konuda O’nun ismini anmamak haksızlık
olur).
Bilim adamları, yayıncılar,
gazeteciler, yazarlar… Kürtler ve onların dertleri üzerine kafa yoran tüm Kürt
dostları bu sürek avının hedefindedirler… Ve bu sürek avının son kurbanı,
Diyarbakır’da ‘Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği’nde gönüllü olarak
çalışan, “taş atan çocuklar’ları kendine dert edinen, onları dinleyen,
hikayelerini kaleme alan Müge Tuzcuoğlu. (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1081138&CategoryID=77).
Önce çocukları aldılar, sonra onları
haber yapan gazeteci ağabeyleri/ablaları, sonra onların yanında olmayı seçmiş,
dertlerini paylaşmaya gönüllü olmuş diğer ağabeyleri, ablaları, tüm dostları…
“Taş atan çocukların” Mavi gözlü,
Karadenizli Müge ablaları da “dalga”dan alındı içeriye…
Bir taş olsanız, diye sorulmuştu?
Ben bir taş olsam, içinden taşacak
fikirlerle, kafalarının içi ırkçı, ayrımcı kalıp yargılarla dolu olan
“baştaki”lerin kafalarının içini değiştirebilecek derecede güçlü, içi
insanlığın bugüne kadar getirdiği en iyi, en güzel değerlerle, fikirlerle dolu
bir kuyuya atılmak isterim.
Ben bir taş olsam, mutlu ve güzel
günleri dalga dalga tüm insanlara yayacak bir özgürlük denizine atılmak
isterim.
Tüm cezaevlerini yıkacak güçte bir
taş olmak isterim…
Diyarbekir
[1] Başlık, Müge Tuzcuoğlu’nun
‘Taş Atan Çocuklar’la yaptığı röportajlardan oluşan Ben Bir Taşım kitabından esinlenerek konulmuştur. En kısa zamanda
yeniden özgürce aramıza ve çalışmalarına katılması dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder