16 Eylül 2013 Pazartesi

Gezi Parkı ve 'Doğu'-'Batı' Farkı*

Necat Keskin
(31.07.2013)

 Mayıs ayının son günlerinde başlayan, polisin müdahalesi ile gittikçe yayılan ve şimdi şekil değiştirerek devam eden Gezi Park eylemlerinin üzerinden bir buçuk ay geçti. Olayların ‘sıcak’lığı azalırken olaylara ilişkin tartışmalar, özellikle de Kürt-Türk muhalefetlerinin birlikteliği üzerinden, Kürt siyasetinin de içinde yer aldığı HDK içinde ve diğer muhalif tartışma platformlarında tüm hızıyla devam etmektedir.

Gezi Parkı eylemleri başlangıçta, az sayıdaki kişinin, merkezi hükümet ve onun yereldeki devamı olan belediye ve valilik tarafından kentte yaşayanlara sorulmadan, danışılmadan kentin doğal ve kamusal bir alanı olan Taksim Gezi Parkı’nın, içindeki ağaçlar kesilerek ve alelacele tahrip edilerek yerine alış veriş merkezi yapılmasına karşı, seslerini duyurmayı amaçlayan bir eylemi olarak ortaya çıktı. Daha sonra polisin ‘orantısız güç’ kullanarak sert bir şekilde müdahale etmesi ve orada bulunanların gösterdiği direniş bir anda eylemin ‘Gezi Parkı Direnişi’ olarak yankısını diğer illerde de göstermesini beraberinde getirdi. Artık olay 3-4 ağaç meselesi olmaktan çıkmış, daha fazla demokrasi ve özgürlük mücadelesi haline gelmişti. Tam da 2002 yılında AKP’nin iktidara gelirken öne sürdüğü söylemler yani!.

 Demokrasi, özgürlük, askeri vesayetin kaldırılması iddiaları ile iktidara gelen -ve bunları kısmen de gerçekleştiren- AKP ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kavramlardan ne anladığı ‘ustalık dönemi’ne gelince ve özellikle de her hangi kitlesel bir muhalefetle karşılaşınca anlaşılmaya başlandı. Bahsedilen bu demokrasi ve özgürlüğün AKP tarzı bir demokrasi ve özgürlük anlayışı olduğu, bu anlayışın çerçevesi dışında kalan her türlü düşünce ve eylemin kendi iktidarına karşı gerçekleştirilen, dışarıdan destekli eylemler olarak ‘suç’landığı görüldü. Dolayısıyla, iktidarının ‘ustalık dönemi’ aynı zamanda kendi iktidarını ve vesayet sistemini iyice oturttuğu bir dönem oldu. Askeri vesayetin yerine bu sefer polis vesayeti geldi. Kürdistan’da Kürt siyasetçilere ve seçilmişlere yönelik ortam dinlemeleri’, ‘gizli tanıklar’ –ki bazılarının bizzat polis oldukları ortaya çıktı- ile gerçekleştirilen operasyon ‘dalga’ları ‘bu vesayet rejimi altında gerçekleştirildi. Bu haksız ve hukuksuz uygulamalara tepki gösteren halkın demokratik tepkisi meydanlarda gaz bombaları, tazyikli sularla ve şiddetle-yoldan geçenlerin bile küfürlerle ve basit nedenlerle dövülüp hırpalandığı- müdahale eden bu yeni vesayet sistemi ile karşılaştı. Örneğin Diyarbakır, en son açlık grevleri sırasındaki gösterilerde günlerce gaz bulutu içinde kaldı, sokaklarda yürüyenler coplandı, elinde düdük olanlar bile dövüldü. Yine gazeteciler, avukatlar, sendikacılar yine iktidarın kendine has demokrasi ve özgürlük anlayışı ile cezaevlerine gönderildi. Gazeteciler işlerinden oldu/atıldı.

Sonra bir ‘süreç’ başladı. Kürtlerin, çağrının Abdullah Öcalan’dan geldiği için ‘güven’diği ve ‘barış ve demokratik çözüm süreci’ olarak adlandırılan bir süreçti. Bu, gerillanın çekilmesi ile başlayıp daha demokratik, özgürlükçü, herkesin kendisini özgürce ifade edebildiği bir Türkiye ile sonuçlanacak bir süreç olarak ortaya konuldu. Yine, çeşitli ‘provakasyonlar’a rağmen ‘sorunsuz’ devam eden bir süreçti. Ta ki ‘Gezi Park’ olaylarına kadar!.

Gezi Park eylemleri her ne kadar ‘birkaç ağacın kesilmesi’ne karşı yapılan bir eylem gibi ortaya çıksa da, özellikle polisin sert ve fütursuz müdahelesi ile AKP ve onun nobran, kendinden başka kimseyi tanımayan, dinlemeyen politikalarına karşı halkın ‘kendiliğinden’ bir direnişi haline gelmeye başladı. Bu bir açıdan AKP iktidarının otoriterleşmesine karşı direniş eylemleri olarak yayılırken diğer taraftan aynı eylemler AKP iktidarının söz konusu ‘otoriter’liğini daha da pekiştirme yolunda bahanesi oldu. Bir anlamda Gezi Park eylemleri devletin ve son olarak AKP iktidarının Kürt muhalefeti üzerinde uyguladıkları polisiye yöntemlerin yeni nesil Türk –Gezi- muhalefeti üzerinde de uygulandığı alanlar oldu denilebilir. Bu bağlamda şu soruyu sorma gerekliliği ortaya çıkıyor/du. Devletin ‘Diyarbakır’ ve ‘İstanbul’ üzerine aynı yöntemlerle müdahalesi, söz konusu yerlerdeki ‘Kürt’ ve ‘Türk’ muhalefetlerini bir araya getirebilecek miydi ya da bundan sonra getirebilecek mi? Özellikle, Abdullah Öcalan’ın Newrozda açıkladığı ve ‘demokratik birliktelik’ olarak ifade edilebilecek mesajından sonra bu soru daha da çok önem kazanıyor.

Öncelikle her iki muhalefetle, yani Gezi muhalefeti de diyebileceğimiz Türk muhalefeti ve Kürt muhalefeti ile ilgili bazı tespitler yapmak gerekir. ‘Gezi muhalefeti’, örgütsüz, kendiliğinden meydana gelen ve içinde değişik grup ve anlayışlardan, çeşitli ideolojik yönelimdeki insanlardan meydana gelen bir yığın muhalefeti görünümündedir ve son zamanlardaki Taksim Dayanışması, HDK ve çeşitli sol grupları ve hatta ulusalcıların bu yığın hareketini örgütleme çabaları bu ‘dağınık’ olma durumunu değiştirmemektedir. Diğer taraftan, örgütsüz, kendiliğinden ve içinde farklı anlayışları barındırması, bu muhalefetin ‘yeni’ olan en önemli özellikleri olarak da değerlendirilebilir.

Öbür taraftan, BDP’nin (ve tabii ki PKK) önderlik ettiği Kürt muhalefeti[1] KCK adı altında yapılan tüm tutuklamalara ve cezalandırmalara rağmen örgütlülüğünü koruyan, ‘gerektiği’nde kolayca mobilize olabilen örgütlü bir ‘halk’ muhalefeti görünümündedir. Bunların yanı sıra, 30 yıl süren bir savaşın yorgunluğu ile ‘barış süreci’ içinde ‘müzakare’ halinde bir örgütsel ilişkinin içinde yer alan bir muhalefettir. Dolayısıyla ülkenin batı yakasında meydana gelen Gezi park eylemlerine ‘batı’ ve ‘doğu’ yakasındaki yaklaşım farkları ve eleştiriler de iki ‘muhalefet’in söz konusu bu özellikleri bağlamında ele alınmalıdır.

 Gezi Park eylemlerinin başlangıcında her ne kadar BDP’den milletvekili Sırrı Süreyya Önder ön plana çıkmış olsa da, genel olarak Kürt siyasetinin bu eylemlere ‘mesafeli’ durduğunu belirtmek gerekir. Mesafeli duruşun, Abdullah Öcalan’ın Gezi Parkı’nı ‘selamlama’sından sonra kısmen değişmesine ve Gezi park eylemlerinin Kürt siyasetinde daha çok konuşulmaya başlanmasına rağmen devam ettiğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Nitekim ‘selamlama’nın sonrasında bile Sırrı Süreyya Önder’den gelen eleştiri bu ‘tespit’i doğrulamaktadır. Bu ‘mesafeli’ duruş Sırrı Süreyya Önder’in rahatsız olmasına ve " Türkiye yanıyor, dünyanın en büyük isyanlarından biri... DTK tek cümleyle destek açıklaması yapmadı"[2]diyerek tepkisini ortaya koymasına neden olmuştur. Bununla birlikte, bugünlerde yine içinde Sırrı Süreyya Önder’in ve BDP’lilerin de bulunduğu toplantılarda Gezi Park eylemlerinin sahiplenildiği görülüyor. Fakat bu durumun Kürdistan’da da aynı şekilde sahiplendiğini söylemek güçtür.
 Kürt siyasetinin Gezi parkı eylemlerine başlangıçtan itibaren –sonradan kısmen değişse de- mesafeli duruşunun arkasında yer alan bazı nedenlerin ve algılamaların olduğunu belirtmek ve diğer taraftan da Gezi Parkı’nın Kürt siyasetinin ‘gündem’ine girmesine rağmen, tabanın gündemine giremediğini de eklemek gerekiyor.

 Bu durumu ortaya çıkaran nedenlerin en başında, her iki ‘yaka’nın farklı ‘gündem’lere sahip olmaları, farklı gündemler yaşıyor olmaları gerçeği gelmektedir. ‘Batı’ yakasında gündem, AKP’nin otoriter ve her şeyi bilen, her şeye karar veren otoriter politikaları ve buna karşı çıkma iken; ‘doğu’ yakasında ise, 30 yıl savaşın ardından ‘barış’ umudunu canlandıran ‘süreç’ gündemin neredeyse tümünü oluşturmaktadır. Daha önceki çabaların sonlanmasına neden olan ‘provakasyon’lar, Kürt siyasetinin ve tabanının Gezi Parkı eylemlerini var olan ‘süreç’e karşı provakasyon olarak görmelerini beraberinde getirmiştir/getirmektedir.

 Nitekim Gezi Parkı eylemlerine ilişkin - özellikle de ilk başlarda- tabanda şu ifadeler yaygın bir şekilde duyulmaktaydı; “Gezi Parkı eylemleri aslında AKP iktidarını devirmeyi kendine amaç edinen ergenekoncu ve ulusalcı kesimlerin ‘hakim’ olduğu eylemlerdir”, dolayısıyla “bugün müzakere halinde olduğumuz AKP giderse, bu müzakerenin de bitmesi anlamına gelir ve onun yerine gelecek olanlarla konuşmamız bile mümkün olmaz”.

 Diğer yandan bu algı, başından beri bizzat AKP tarafından, fakat farklı bir amaçla, ‘doğu’ ve ‘batı’ muhalefetlerinin bir araya gelmemeleri için beslendi, kullanıldı. Nitekim Gezi olaylarının ‘süreç’e yönelik komplo olduğu bugünlerde yine Başbakan ve kurmayları tarafından dile getirilmesi bu tespiti doğruluyor. Bu söylemin Kürt ve Türk muhalefetinin olası birlikte hareket etmelerinin seçimlere giden AKP iktidarı ve ‘başkan’ı için doğurabileceği muhtemel olumsuz sonuçların önüne geçmeye yönelik bir ‘taktik’ olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

 ‘Batı’dan gelen ‘Amed’den neden ‘ses’ çıkmıyor soru ve eleştirilerine yönelik ‘doğu’dan gelen cevabi yaklaşım da bir önceki ile benzer ‘algı’lar üzerinde inşa edildi. Bu da, aynı zamanda yıllar boyunca Kürdistan ve Türkiye’de Kürtler ve Türkler arasında oluş(turul)an ‘boşluk’u  (ing:gap) ortaya koyması anlamında da önemli olan ve ‘yıllar boyunca Kürdistan’da ormanlar hatta köyler içindekilerle birlikte yakılırken siz nerdeydiniz?’ ifadeleriyle ortaya konulan yaklaşımdır.
 Bununla birlikte, Gezi Parkı eylemlerinin olumlu sonuçlarından bir tanesi de –çok yaygın olmasa da- bu algı farklılıklarının gün yüzüne daha görünür bir şekilde çıkmış olması ve karşılıklı olarak birbirlerini ‘anlama’ çabasının başlamış olmasıdır. Birbirlerini ‘anlama’ girişiminin içinde bulunduğumuz ‘çözüm’, ‘barış süreci’ veya ‘demokratik çözüm’ süreci olarak adlandırılan süreçle ve bu sürecin devam etmesiyle çok yakından ilişkili olduğunu söylemek gerekir. Diğer taraftan birbirini ‘anlama’nın geliştirilmesi, bunun ‘söylemsel’ düzlemden ‘pratik’e aktarılıp aktarılamayacağına bağlıdır.

 Bugün gelinen noktada, ‘burada’, özellikle tabanda, Kürtlerin söylem düzeyinde ‘Gezi Direnişi’ne destek olup pratikte alanlara yansıtmamasının Kürt siyasetinin bir ‘başarı’sı olduğuna dair yaygın bir ‘kabul’ hissediliyor. Bu ‘kabul’e göre, 30 yıllık bir savaşı bitirebilecek bir ‘barış süreci’nin yeni başlamış olması ve ağır aksak da olsa ilerliyor olması nedeniyle, yine bu savaştan yorgun düşmüş bir kitlenin eni sonu belli olmayan, programsız bir maceraya atılmasının önüne geçilmiş olması, fakat aynı zamanda ‘söylem’ düzeyinde desteğin sunulmuş olması ile Gezi Parkı süreci ‘kayıp’sız atlatılmış olmaktadır.

Bu yaklaşımın, Kürdistan gerçekliğinde bir anlam ifade etse de, özellikle bundan sonraki süreçte, özellikle de olası ‘süreç’ kazasında, BDP ve yeni kurulan HDK açısından sorun teşkil edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlamda, HDK ve Taksim Dayanışmasından heyetlerin Lice’yi ve burada karakol protestosunda hayatını kaybeden Medeni Yıldırım’ın mezarını ve ardından DTK’ni ziyaret etmeleri[3] birbirini ‘anlama’ya ve ‘birlikte hareket etme’ye yönelik ‘Gezi’nin ortaya çıkardığı olumlu sonuçlar olarak –ki bence en olumlu tarafı bu olmuştur- görülebilir. Bununla birlikte, Gezi Parkı eylemlerine yaklaşım öz eleştirel bir şekilde tekrar ele alınmadığı sürece BDP’nin ve HDK’nin Türkiye’ye ‘yayılması’ sorunlarla karşılaşacaktır[4].

 SONUÇ

 Gezi parkı eylemleri nereden bakılırsa bakılsın son 30 yıllık Türkiye muhalif hareketinde bir dönüm noktasını oluşturmuş ve oluşturmaya da devam etmektedir. Dolayısıyla bundan sonra ne iktidar için ne de sol için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Diğer taraftan Gezi Parkı eylemleri ile birlikte belki de ilk defa kitlesel düzeyde ‘batı’nın ‘doğu’yu anlaması yönünde geleceğe dönük-az da olsa- umut verici bir yönelim ortaya çıktı.
30 yıldır süren, yargısız infazlar, toplu mezarlar, köy yakma ve boşaltmalarla seyreden ‘kirli savaş’ın bitmesi yönünde bir umudu ifade eden ‘çözüm’ süreci, savaştan çıkmış yorgun Kürt siyasetinin ve genel olarak Kürtlerin –haklı olarak- gezi park eylemlerinde ‘pratik’ alanda –tüm gücüyle- yer almalarının önüne geçmiştir. Bu durumun AKP iktidarı ve ‘süreç’in sağlıklı ilerlemesi açısından olumlu sonuçları olduğunu ifade etmek gerekir.
 Bununla birlikte, Türkiye’de meydana gelen ve gelecek her şeyi ‘süreç’ perspektifinden değerlendirmenin ilk başta Kürt siyasetinin savunduğu ‘demokratik özerklik’le bağdaşmadığını ve bu ‘tavır’ın süreklilik arz etmesi halinde yukarda da ifade edildiği gibi Kürt siyasetinin ‘Türkiye’leşmesi önünde engel teşkil edeceğini belirtmek gerekir. Ne de olsa ‘Demokratik özerklik’, sadece Kürtlere değil, tüm Türkiye ve Kürdistan’daki diğer halklara ve onların gönüllü birlikteliğine, yönetimde demokratik işleyişe, doğanın korunmasına, kadınların özgürlüğüne dayanan bir ideali ifade etmektedir[5].

 Diyarbakır
15.07.2013

[1] Belli bir kitlesel desteği olmasına ve son zamanlarda ‘Kürt’ sorunu ile ilgilenmesine rağmen, söz konusu sorunu içselleştirmeyen ve ‘Kürt sorunu’nda aktif olmayan Hüda-Par’ın Kürt muhalefeti içinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte bu yazıda aynı nedenlerle ‘Kürt muhalefeti içinde değerlendirilmemiştir. Buna dayanak olarak da şimdiye kadar ‘süreç’ konusunda ya da ‘Kürt sorunu’ hakkında doğru dürüst bir ‘eylem’ gerçekleştirmeyen Hüda-Par’ın geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Sanat sokağı’ndaki Mısır’ın devrik cumhurbaşkanı Mursi’yi destekleme yürüyüşü verilebilir.
[4] Burada aynı şekilde, ‘Gezi muhalefeti’nin de, yıllar boyunca Kürdistan’da ‘olup-biten’lere karşı ‘sessizliği’ni öz eleştirel bir yaklaşımla ele alması gerektiğini, aksi takdirde ‘Kürt’ ve ‘Türk’ muhalefetinin ‘birlikte hareket etme’sinin koşullarının önemli ölçüde zorlaşacağını ifade etmek gerekir.
[5] Bu yazı hazırlanırken ANF’de yer alan bir röportaj ve Gündem gazetesindeki Veysi Sarısözen’in köşe yazısı Kürt siyasetinin Gezi Parkı eylemlerine ilişkin –yukarıda da dile getirilen- genel tutumunun eleştirisi –aynı zamanda tespiti-anlamında önemlidir. Veysi Sarısözen,15.07.2013 tarihli Gündem gazetesindeki köşesinde –aynı zamanda ANF’de yayınlanan yazısında- Bursa’da BDP’li Sabahat Tuncel ve CHP’li Sena Kaleli’nin yer aldığı ‘Barış için Bursa Kadın Girişimi’nin yaptığı yürüyüşten hareketle, “Gezi’den “uzak” durarak ve CHP’ye ve “samimi ulusalcılara” önyargıyla yaklaşarak, kimi zaman da “solu bir yük” gibi görerek kendini yalnızlaştırmak barış ve çözüm sürecine zarar verir” diyerek bir şekilde Kürt siyasetinin Gezi eylemlerine yaklaşımını eleştirmektedir (http://firatnews.com/news/guncel/kadinlarin-eylemi-herkese-kazandirir-veysi-sarisozen.htm).
ANF’de yer alan ikinci haber ise, İstanbul Kadıköy Yoğurtçu forumu dış ilişkiler temsilcisi ile yapılan bir röportaj. Bu röportajda forumun dış ilişkiler komisyonu temsilcisi Zeki Özkorkmaz, BDP’nin forumlara tecrübesi ile forumlara katılmasının ihtiyacını ve eksikliğini dile getirmektedir          http://firatnews.com/news/guncel/forumlarda-bdp-nin-eksikligi-hissediliyor.htm). Kürt siyasetinin Gezi eylemlerine yaklaşımına yönelik hem ‘içerden’ hem de ‘dışarıdan’ gelen benzer eleştirilerin önümüzdeki süreçte ‘Kürt’ ve ‘Türk’ muhalefetinin ‘birlikte’ hareket edip etmeyeceklerini zaman gösterecektir. 



15 Eylül 2013 Pazar

Bîr û Kurd û Netewebun…

5-6-7-ê îlonê li Enqere, paytextê Tirkiyê, li zaningeha Bîlkent’ê dîsa bi hevkariya zaningehê ji hêla ‘Komelaya Lêkonînên Çandî’ (Kültür Araştırmaları Derneği) bi navê ‘bîr û çand’ê sempozyûmêk hat li darxistin. Ji gelek zaningehê Tirkiyê û Ewrupa û Emerîka bi sedan lêkolîner û akademîsyen ji bo axaftinê beşdarî vê sempozyumê bun. Babetên sereke wek li jor hat gotin bi ‘bîr û çand’ê ve girêdayîbun. Di nav va de wek mînak ‘koçberî û bîr’, ‘bîr û bajar’, ‘bîr û mekan’ û wek mekanê bîr’ê mûze em dikarin bidin. Lê mijar ne ev tenê bun, gelek mijarên din di bin va sernivîsan de hebun. Di sempozyûmê de axaftineke me jî li ser mûzeyên bajêr hebu. Derbarê kurdan û bajarê kurdan jî mijar hebun di sempozyûmê de.

Wexta ku mirov dibîne ku komeleyek li zaningeheke wusa mezin-ez dibe zaningeha herî mezin ya taybete li Tirkiyê- sempozyûmeke navnetewî li dardixe û yek ji zimanê axaftinê jî Tirkî ye, mirov hinekî hesudiyê dikişêne. Ev ne zikreşiye lê hesûdiyeke, em bibêjin, akademîk e. Dibe mirov carek din kesên ku ev sempozyûm li darxistine pîroz bike ji ber ku karekî gelekî baş kirin û serkeftî meşandin. Mirov dixwaze ku li Kurdistan, li zaningehê Kurdistan jî sempozyûmê wusa bên li darxistin û di van sempozyûman de kurdî jî wek zimanê axaftinê be. Lê mixabin em kurd hinekî ji vê dur xuyadikin! Ji ber ku hîna em nikarin ‘kongreyek netewî’ li dar bixin!

Îro em dikarin bibêjin ku pêdiviya gelê kurd ji herkesî behtir bi ‘bîr’ û bîranînê heye. Ev sed salin ku li ser axa xwe ji bo mafê xwe ditekoşin, şer dikin, tên kuştin û rû bi rû yê qetlîama tên. Qoçgirî, Zîlan, Agirî, Dersim, Meraş, Enfal û Helepçe tenê hinek ji va qetlîama ne. Bîranîna wan an jî nejibîrkirina wan ji bo kurdan tevde tiştekî pir girîng û ‘netewî’ ye.

Bîr[1] wek tê zanîn di kurdî de tê du wateyan. Yek jê cihê ku ji bo avê tê kolan û gelek kur e û  yan din jî ew e ku serpêhatî tê de tên ‘parastin’. Di va her du wateyan de jî ‘kurahî’yek derdikeve holê. Yek kurahiya di bin erdê de û yan din ‘kurahî’ya di zeman de. Ji vî alî ve du curê ‘bîr’ê tên xuyakirin. Yek jê ‘bîr’a şexsî û yan din jî ‘bîr’a civakî. Kurd îro li ‘bîr’a xweyî civakî digerin, dikolin, an jî dibê bigerin û bikolin. Ji ber ku ji alîyekî ve ‘netewe’ li ser vê ‘bîr’ê ava dibe an jî tê ava kirin.

Divê bê zanîn ku bîr ne tenê ji serpêhatiyên ‘nexweş’ pêk tê. Herweha, tiştê ku ji bo civakê an jî ji bo netewe girînge, tiştê ku ji bo civakê bi ‘wate’ye jî ‘bîr’e. Paşeroja civakê tevde di vê ‘bîr’ê de ye. Bîr di çandê de ye û çand jî di bîrê de. Ji ber vê yekê jî ger mirov bixwaze kurahiya gel fam bike dive mirov têkeve ‘bîr’ê û di wext de vê kurahiyê bişopîne. Wek ku hat gotin kurahiya gel di nava gel bixwe de ye, di nava çanda gel de ye. Ji bo destxistina vê kurahiyê lêkolîn û lêgerîn dive û ji bo vê legerînê jî pêdivî bi sazî û komele û zaningehan heye ku bi şiklekî zanistî bikaribin van lêkolîn û lêgerînan bikin.

îro, erê kurd di rewşeke dijvar de derbas dibin, derdora wa tevde agire, lê ji aliyên din ve tevgerên wusa jî pêwîstin. Ji ber ku yek gel an jî netewe dahatuya xwe  bi zanêbun û famkirina paşerojê xwe, bi bîranîna paşerojê pêkan dike. Ev kar jî karê zanîngeh, enstîtu, komele û saziyan e. Divê ev sazî gund bi gund, bajar bi bajar li ser çand û ‘bîr’a kurdan lêgerîn û lêkolîna bikin da kurd bi êminî li pêşeroja xwe binêrin.

Divê ev zaningeh û sazî û enstîtu van kara bikin da sempozyûmên wusa ferah û navnetewî li bajarê Kurdistan, li zanÎngehên Kurdistan jî werin lidarxistin. Da Kurdî di van sempozyûman de wek zimanê axaftinê bê bikaranîn û da kurd wexta beşdarî sempozyûmên wusa bun jî ‘hesûdi’yek nekeve dilê van.


10.09.2013
Diyarbekir



[1] Ji bo ‘bîr’ê peyva Erebî ‘hafiza’ jî tê bikaranîn, lê li gor min ev peyva ‘hafiza’ wê ‘kurahî’yê ku em behsê dikin dernaxê pêş. Di peyva ‘hafiza’ de wateya ‘muhafaza’ ango parastin bihêztire. Lewma, bikaranîna peyva ‘bîr’ê, ji ber ku ‘kurahî’yê derdixe pêş baştir e.