29 Aralık 2011 Perşembe

33/35 Kurşun- Kürtlerin payına düşen…

33/35 Kurşun- Kürtlerin payına düşen…
Güne katliam haberiyle uyandık. Türk jetleri Şırnak/Uludere’de yaşamlarını kaçakçılık yaparak sağlayan insanların üzerine “yanlışlıkla” bomba yağdırmış ve onların –ilk belirlemelere göre- 21’ni “etkisiz” hale getirmiş yani öldürmüştü. Fakat diğer kaynaklar 31 kişinin yaşamını yitirdiği 4 kişinin de kayıp olduğunu söylüyordu. İlk aklıma gelen 33 kurşun olayı oldu. Evet, bu “modern” zamanlarda meydana gelen bir “33 kurşun” idi.

Bilindiği gibi 68 yıl önce Van’ın Özalp ilçesinde, yine yaşamlarını kaçakçılık yaparak geçiren Kürt köylüleri, 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emri ile “Kürtleri yola getirmek” ve geride kalanlara gözdağı vermek amacıyla, sorgusuz sualsiz kurşuna dizdirmiş ve olaya adını veren 33 kişiden 32 tanesi hayatını kaybetmişti. Olay da zaten yaralı kurtulan diğer kişinin anlatımları sayesinde yıllar sonra ortaya çıktı.  Sosyolog İsmail Beşikçi, olayı ve ardındaki zihniyeti ortaya koyan bir araştırma yaptı ve yayınladı:  Orgeneral Muğlalı Olayı-33 kurşun.

Ahmed Arif 33 kurşun şiirini yazdı. Orgeneral Mustafa Muğlalı adı birçok yere verildi, hatta Özalp’taki kışlaya da adı verildi. Verildi ki, Kürtler bu kışlaya her baktıklarında nasıl bir devlet ve zihniyetle karşı karşıya olduklarını unutmasınlar diye. Verildi ki, Kürtler, devletin istediği zaman istediği yerde onları öldürebileceğini hep hatırlasınlar diye.

Fakat Kürtler hep unuttular. Yaşanan hep geçmiş olarak hafızalarında kaldı lakin üzerine düşmediler pek. Bundan cesaret alanlar bunu süreklilik haline getirdiler. Kürd’ün payına düşen acılarına ağıt yakmak oldu hep. Apê Musa’nın dediği gibi;

“Ağıtlar yankılanırdı dağlara doğru.
Kapılar kırılır talan edilirdi, sevdalar, umutlar ve insan olan ne varsa…
Ve kan akardı derelerimizden. Zilan, Munzur, 33 Kurşun, Newala Qesaba…”

Ve bu devam etti, nice 33 kurşunlar yaşandı bu coğrafyada. Köylüler köy meydanında toplanıp dövüldü. Köyleri yakıldı içlerinde yaşayanlarıyla birlikte. 30 yıldır hep kan akıyor bu derelerden ve hep ağıtlar yankılanıyor dağlara doğru.

28 Aralık 2011, uzay çağında… Kürd’e hala reva görülen ölümdür bu coğrafyada.

28 Aralık 2011, uzay çağında dünya, “ileri demokratik” Türkiye Cumhuriyetinde, bu sefer Uludere kan akıyor. Ve ajanslar yanmış insan görüntülerini yayıyor uzay boşluğuna…

Valilik “kriz” merkezi oluşturuyor olayı örtbas etmek için. Devlet sınırlarımız dışında olmuş bir olay diyor, karayolları tabelası altındaki cesetleri gösterirken “apoletli medya”. Gözümüzün içine bakarak yalan söylüyorlar yani. TSK açıklama yapıyor: Katırlarla geliyorlardı onları “terörist” sandık. Ampul’lü partinin sözcüsü diyor ki; Bu bir operasyon kazasıdır. Ve tehdit etmeyi, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyor.  "İnsanlar sokaklara dökülürse başka canlar da yanabilir”. Çevresindeki devletlere "demokrasi" dersi veren, "müslüman soykırım yapmaz" diyen zihniyet, söz konusu Kürtler olunca, katliam yapmaktan, yok etmeyi düşünmekten başka bir şey düşünmez oluyor.

Ve anlaşılıyor ki büyük şans eseri yaralı kurtulan kişinin açıklamalarından, olayın aslında büyük büyük ağabeylerinden yani Muğlalı paşalarından ilham alan yeni Muğlalıların planlayarak gerçekleştirdikleri bir katliam olduğudur.
Ne ilktir ve böyle devam ettikçe son olacağa da benzemiyor maalesef.
Devletin Kürd’e bakışı hep aynıydı hiç değişmedi. “Uygarlaştırılması” gereken vahşiydi Kürtler. Sürekli dağlarda yaşamaktan kimliğini unutmuş ve kendini “Kürt” zanneden, dolayısıyla eski etnik kimliklerine tekrar döndürülmesi gereken “Türk”lerdi onlar. Ne de olsa burası hep bir “Türk” yurduydu ve hep öyleydi. Böyle olmayanlar, böyle düşünmeyenler, kendilerini farklı hissedenler “temizlenmeliydi”.
Devletin bakışı böyleydi hep, hiç değişmedi diye bu katliamların tek sorumlusunun devlet olduğu ortaya çıkmaz. Onun kadar sorumlu olan bizzat katliama uğrayanlardır, onları temsil iddiasında olanlardır.

Eğer ki, köyler yakıldığında, bombalandığında ve insanlar katledildiğinde gür bir ses ortaya koymuş olsalardı, cesaret edipte jetlerle köylüler bombalanamazdı bugün. Kazan Vadisinde 36 evladını kimyasal silahlar ve ağır bombardımanla yok edenlere karşı, sesini çıkarabilseydi Mecliste “maaş zammı” peşindeki temsilciler, bugün bu katliam olmayabilirdi. Cesaret bile edemezlerdi böyle bir katliamı yapmaya. Bırakın yapmayı akıllarından bile geçiremezlerdi.

Evet, 28 Aralık 2011, uzay çağında dünya…  ve Uludere’den kan akıyor.  Yine bir 33 kurşun, 35 kurşun. Ve Kürtler, bir türlü “ehlileştirilemeyen” fakat unutkan, fakat hafızaları zayıf Kürtler… Yarın bir başka 33 kurşunun gerçekleşmemesi tamamen s(b)ize bağlıdır.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Göz göre göre yok edilen bir tarih: Hasankeyf

Ve tabi bu tarih içinde yaşanan ve yaşayan kültür/lere ait izler.
Hasankeyf ya da Hısn Kayfa veya Hesna Kapha, bilindiği üzere Ilısu barajı ile ilgili tartışmaların odağında yer alan antik bir kent. Barajın su toplamaya başlaması ile sular altında kalacak olan bu antik kent, tarih içinde bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Asur, Bizans, Pers, Abbasi, Eyyubi,Artuklu, Osmanlı bunlardan birkaç tanesi. Yani bir çok uygarlığı aynı mekanda buluşturmuş bir kent. Her birisi kendinden bir şey bırakmış, bir öncekine çok fazla dokunmadan, yıkmadan. Bizanslılar kale yapmış örneğin 4 yüzyılda, çok sonraları Sultan Salahaddin gelmiş kendi adına Cami yapmış bu kalenin içine. Bir dönem başpiskoposluk yapmış Hasankeyf, sonra başkent olmuş Artuklu hanedanına.
Bilinen tarihi M.Ö. 8. Yüzyıla uzanıyor, bilinmeyeni daha da eski, çevresindeki 6 bin (bin) mağara ile insanlığın ilk yerleşim yerlerinden biri olduğu düşünülüyor. Dicle’nin kenarlarının ilk tarım alanları arasında yer aldığı da. Bu düşüncelerin ne kadar gerçeği yansıttığı ancak sayıları 100leri geçen höyüklerin kazılmasıyla ortaya çıkabilecek. Yaklaşık 38 bin hektar  (37.750) kazılması gereken alanın ancak 7 bini kazılmış ve burada 300 arkeolojik alan tespit edilmiş durumda. Tamamen koruma altına alınıp eski medeniyetler müzesi ve araştırma alanı yapılması gereken bir yer  sular altında bırakılacak.
Bırakılacak. Oraya yolunuz düştüğünde bu gerçeklik yüzünüze çarpıyor, sonra aşağılarda bir öfkeye dönüşüyor ve sonra çaresizlikten bir damla gözyaşına.. Evet, Hasankeyf, ortaçağın başkenti, onca bilim adamının karşı görüş bildirmesine, uluslar arası kamuoyunun tepkisine ve burada yaşayan halkın karşı çıkmasına rağmen sular altında bırakılacak. “Ben yaptım oldu” ve “Ben ne istersem yaparım”ı gözümüze sokmaya çalışıyorlar belli ki. Tarih, kültür medeniyet bu kadar önemli bu zat-ı muhteremler için.
Önce doğal akışına bıraktılar aslında yıkımı. Nitekim kısmen de başarılı oldular, örneğin kaledeki minare bakımsızlığa daha fazla dayanamadı, yıkıldı. Köprü çok önceden yıkılmıştı zaten. Kale içinin ahır olarak kullanılmasına göz yumuldu. Taşlar bir yerden bir yere götürüldü, kırıldı, döküldü, yakıldı, yıkıldı. Tarihten, kültürden, medeniyetten bihaber “zihinler” göz yumdu. Ne de olsa taş dediler belki, belki de başımızı derde sokabilir diye düşündüler. Ya da basiretsizlikleriyle çözemedikleri bir “sorun”a bir başka “baraj” daha koymak istediler. Yıllar önce, betonla kapatmışlardı ataları, bu sefer “su”da boğmaya çalışacaklardı.
Her ne ise düşünceleri, gözümüzün önünde bir tarih ve kültür mirası yok ediliyor. Soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, kardan, kıştan korunmayan tarihimiz, kültürümüz sular altında bırakılacak. Salahaddin’nin bahçelerinde kuşlar artık daha bir hüzünlü ötüyor, İmam Abdullah’ın türbesi’nin etrafındaki kemerler de yıkılıyor. Dayanamıyorlar artık bu zalimliğe çünkü. Baba Haydar’ın yattığı yerden “ayıptır, günahtır” dediği duyulmuyor. Ve yavaş yavaş bir sessizlik kaplıyor ortalığı. Yorgunluk, çaresizlik.
Hasankeyf’in hemen üzerine, suyun kaplayacağı alanın hemen üstünde inşa edilen binalar var. Şimdilik kamu binaları. Yakında konutların yapımına da başlayacak, Türkiye’nin bina dikmekten ve halkı borçlandırmaktan başak bir işe yaramayan bina dikici kurumu. Ve insanlar, umutsuzlukları yüzlerine vurmuş insanlar, çaresizce önlerine gelen “borç” senetlerini imzalıyorlar. Evsiz, barksız kalma korkusu. Başlarına ne geleceğini pek bilmeden, bilemeden. Bilip de bilmezlikten, bilmek istememekten, korkudan, çaresizlikten. Bazıları ise, yeni bir “modern” yaşama kavuşacaklarını hayal ediyor.
“Modern” Ilısu köyünün hali şimdiden içler acısı. Merak edenler şuradan bakabilir: (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&VersionID=64496&Date=12.12.2010&ArticleID=1032330).
Aynısını Hasankeyf ve Hasankeyflilere de yapacaklar. İş işten geçtikten sonra anlaşılacak tabi. Tarihe ve kültüre vurulan darbenin aynısı insanlara da vurulacak. Bu arada, bu işten karlı çıkan, barajla birlikte yamaçta yer alan çorak arazilerini yüzlerce misliyle satarak zengin olan veya olmayı hayal edenler, oralarda şimdiden “turistik” oteller inşa etmeyi hayal edinen büyük otel zincirlerini es geçmemek gerekir. Ve tabiidir ki onlar için, tarih ve kültür ve insan önem sıralamasında “para” ediyorsa vardır.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Akrê ve Diyarbekirli Dengbejler

Akrê ve Diyarbekirli Dengbejler
Diyarbakır bugün bir başka kültürel etkinliğe ev sahipliği yaptı. “Ameda Kevnar Akrêya Ciwan Hembêz Dike” (Tarihi Amed Genç Akre’yi Kucaklıyor) adı altında Diyarbekir ve Federal Kürdistan’ın Akre Belediyesi bir araya geldi. Akre’den fotoğraflar ve Federal Kürdistan’dan “ses”ler yani Dengbêjler vardı programda. Onlara eşlik eden Diyarbekir’den Dengbêjler.
Dengbêjlik bilindiği üzere, bir anlatım biçimi olarak sözlü Kürt edebiyatında önemli  bir yer tutar. Söze aktarılmış tarihtir, bellektir. Yasaklanan bir dilin, kağıda aktarılamayan ve/ya aktarılmayı bekleyen haykırışının dağlarda yankılanmasıdır.
Ve aynı zamanda Kürdistan folklorunun önemli kaynaklarından bir tanesidir.
Yankı bir haberleşme aracı da olmuştur insanlar için. Köyünden vadideki akrabasıyla seslenen veya bir dağın yamacından karşı dağın yamacında bulunan amcasını çağıran kişiyi birbirine bağlayan kendi seslerinden ziyade dağdaki yankılarıdır. Dağdaki seslerinin yankısı onların birbirleriyle haberleşmesini kolaylaştırmış, onlar arasındaki uzaklığı yakınlaştırmış, aralarında bir bağ kurmuştur.
Dengbêjlik ve Dengbêjler bu anlamıyla birbirinden uzak olan, uzak bırakılan insanlarımızın birbirlerine ulaşmasını, birbiriyle haberleşmesini sağlayan “yankı”ları olmuştur. Birbirlerine seslerini duyurmaya çalışan insanlar arasında birer “bağ” olmuşlar, bir köprü kurmuşlardır.
Diğer yandan gerek havadaki rüzgardan, gerek nehirdeki akan sudan, söylenen ile yankılanan her zaman “aynı” olmamış, ufak tefek değişiklikler meydana gelmiş. “yankı”daki bu özelliği, farklı yerlerde yer alan Dengbêjlerin “hikayeleri”nde de görmek mümkündür. Bu da Dengbêjliğe çeşitlilik katan bir özellik olmuştur.
Bu akşam, Akrê ve Diyarbekir’den Dengbêjleri dinleyince bu çeşitliliği bir kez daha ve canlı olarak gözlemleme fırsatı elde etmiş oldum.
İlk olarak, neredeyse bir asırdır Türkçenin hegemonyası altında bulunmaktan kuzeydeki Dengbêjlerin “ses”lerine Türkçe kelimeler girmişken, güneydeki Dengbêjlerin “ses”lerinde ise Arapça kelimeler görülmektedir. ikinci olarak, Akrê’den gelen Dengbêjler Ud’larıyla hikayelerini anlatırken Diyarbekirden Dengbêjler için “ses” yeterli bir enstrümandı. Ve anlattıkları… aslında farklı olaylar anlatsalar da aynı şeyleri söylüyorlardı. Bir yandan Mele Mustafa’nın ‘ûris’a gitmesine neden olan baskıyı, savaşı ve direnişi konu edinen “hikaye”yi bize anlatan Akrêli Dengbêj ile, diğer taraftan Şêx Seid’in idam edilmesini konu edinen “hikaye”yi bize anlatan Diyarbekirli Dengbêj… Farklı yerlerde (aslında bize farklılaştırılan fakat aynı olan) yaşanan benzer tarih… Bunları bir tarih kitabının cansız yaprakları arasında okumak pek mümkün olmuyor. Dengbêjler ve Dengbêjliğin gücü de buradan geliyor diye düşünüyorum.
Diyarbekir bir başka etkinliğe ev sahibi yaptı bu akşam ve bu akşam Dengbêjler  her zaman oldukları gibi bir “bağ” oldular. Bu akşam Diyarbekir ile Akrêyi birleştiren bir köprü oldular…

4 Aralık 2011 Pazar

Karatajdin'in Mezarı

Nusaybin'den Midyat'a gitmek için Newala Bunisra (Bunisra Vadisi)'dan ve Serê Avê (Subaşı) mıntıkasına- aynı zamanda oradaki köyün ismi kadar Çem'ê Bunisra (Bunisra Nehri) takip edilerek gidilir. Bu vadi önemli bir yol güzergahıdır aynı zamanda ta Asurlardan beri. Asur döneminde bu vadinin ticaret yolu olarak kullanıldığı ifade edilmektedir. Bazı yerlerde kervanların güvenliğini sağlayan "karakol"ların olduğu da söylenmektedir. Bunlardan birisi de, kalıntıları hala görünen ve hergün biraz daha yıkılarak taş yığınına dönüşmekle karşı karşıya kalan Bazinê Taka harabeleridir. Harabelerin daha fazla olduğu ve görece büyük bir yerleşim yeri olduğu düşünülen bir başka yer de Kasyan mıntıkasıdır.
Kasyan, (etimolojik olarak Kassitlerle bir ilişkisini kuranlar var ise de doğrulanmış bir bilgi değildir. Fakat kelime Kürtçe de değildir), bu vadinin hemen hemen ortasında yer almaktadır. Karşısında Keleha Karatajdin adı verilen dağ, dağın karşısında ise ovada ise ziyaret yer almaktadır.
Çocukluğum işte burada geçti. Harabelerin yanında ve üzerinde kurulmuş Kelehkê* veya Kelehka Şex Atman adı verilen Dedemlerin köyü, yazları suyun kenarına gelip, kolik (çardak)lerde bütün yazı geçirdiğimiz ziyaret bölgesi ve köydeyken kuzuları otlatmaya gittiğimiz Karatajdin dağı ya da kalesi. Bu kalenin çevresinin çok ağaçlık hatta büyük ağaçlardan oluşan bir ormanlık alan olduğunu hatırlıyorum. Kalenin hemen dibindeki büyük ağaçlardan birisi Hop köyünden yazları buraya gelen Büyükbabamların yazlık mekanıydı. Kalenin hemen arkasında bir kuyu ve ağacın hemen yakınında ise hayvanlar için bir mağara yer almaktaydı. Bu kalenin dibinde yer alan izlerden birtanesinin Hz. Ali'nin Düldül'ünün yani atının ayak izlerinden bir tanesi olduğu söylenirdi. Diğer ayağının izi çok uzaklarda yer alan Gurîn köyünde olduğu da eklenirdi.
Ziyaret, mezarların bulunduğu ağaçlık yer anlamındadır. Buradaki ağaçlar kesilmez. Burası biz çocukların oyun mekanı, Qereçî adını verdiğimiz göçebe toplulukların geçerken çadırlarını kurup bir müddet kaldıkları bir yer, aybı zamanda hem bizim hem de yukarı köyden gelen sürülerin gün ortasında nehirden su ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra dinlendirildikleri bir nevi "sürülerin dinlenme yeri" işlevini görüyordu. İkindiye doğru sürüler çobanları tarafından bir bir kaldırılıp yeniden otlatılmaya götürüldüğünde güzel bir manzara oluşurdu.
Tabi, burada nostalji yapmak değil derdim. Evet, o zamanlar benim için güzel zamanlardı, mutlu olduğum zamanlardı, kabul ediyorum fakat bugün derdim o zamanların ne kadar güzel olduğunu hatırlamak ve size anlatmak değil. Daha başka bir şeyi Karatajdin'nin mezarını ve başına gelenleri anlatmak.
Ziyaretin hemen yanında, tarlaların hemen bitişiğinde de bazı mezarlar vardı ve onların arasından gidip gelirdik. Bunlardan bir tanesi diğerlerinden daha farklıydı. Şimdiki bilgilerimle ve hatırladığım kadarıyla, daha çok Roma mezarlarını andıran Lahit tarzı bir mezardı bu. Bu mezar tam karşıdaki tepede yer alan Karatajdin Kalesine bakıyordu. Karatajdin, memê alan destanının kahramanı. Ve dağın tepesinde yer alan kalenin ona ait olduğu ifade ediliyordu. Hala da öyle bilinir.
1990'lı yılların başında Nusaybin-Midyat karayolu yapılmaya başlandı, her yer dinamitlendi, bahçeler harap oldu. Bu bütün vadi boyunca Subaşı'na (Serê Avê) kadar devam etti. Subaşı, Suyun başı. (başle başına ele alınması gereken bir konu). Dinamitler aynı zamanda beraberinde tarihi ve oluşan kültürü de yok ediyordu sanki. Şimdiden bakınca sanki değil, evet tarihi ve kültürü de dinamitlemiş diyorum. Ziyaretin bir kısmı yol çalışmalarının altında kaldı, sürülerin su içtikleri nehirdeki o doğal "yalak" yok oldu. Qereçî'ler artık ziyarete kurmaz oldu çadırlarını.
Sonra, yol geldi ve sırayla köyler boşaltıldı. Harabelerin (Kavil diyorduk Kürtçe ile) yanında kurulan dedemin köyü, benim köyüm de harabeye çevrildi.
Ve en acısı, yıllar sonra öğrendim ki, Karatajdin'in mezarı da yolun altında kalmış. Kum ve asfaltın altında bırakılmış aslında, kaldırılması veya bir kenara konulması ve korunması mümkünken, yolun, kum ve asfaltın altında bırakılmış. Bilerek, isteyerek ve umursamadan.

*Çocukluğumun ilk yıllarını yanında geçirdiğim Dedem, Abdülhadi Özmen şimdi yine kendi köyünde yatmaktadır, Allah rahmet eylesin.



                                        Kasyan mıntıkası.