10 Mart 2012 Cumartesi


Bir Taş Olsam[1]
Önce çocukları vurdular, vurdukça daha da çoğaldılar… Öfkeleri daha da büyüdü… Sonra ellerine taş alıp kendilerini döven, işkence eden, gözünü kırpmadan vuran zalimlere attılar. Onlara taşla karşılık verdiler, tıpkı Filistin’deki yaşıtları gibi… Çünkü “çocuk”tular ve başka da bildikleri bir “silah” yoktu ellerinde. Adları “taş atan çocuklar” oldu… Tıpkı Filistin’deki yaşıtları gibi en öndeydiler hep… Bir farkla, onlar Kürt çocuklarıydı, görmezlikten gelinebilmelerinin, her türlü baskı, işkence ve tacize maruz bırakılmalarının dayanağı da bu oldu.
Çoğu “kirli savaş”ın içine doğmuş ve daha doğarken, köyünden,  toprağından, en yakınlarından koparılmış bir şekilde şehirlere, şehirlerin de varoşlarına göç etmek zorunda bırakılmışlardı. Yakılmış köylerinin dumanlarını uzaktan seyrederek yola düştüklerinde, kalplerine de bir öfke düşmüştü, bir daha hiçbir zaman sönmeyecek.
Yoksulluklarının, itilip kakılmalarının, annesiz-babasız kalmalarının müsebbibini çok iyi tanıyorlardı. Bir travma yaşamışlardı ve hala da yaşatılıyordu onlara aynı “kirli güçler” tarafından.  
Öfkelerini demirden yapılmış zırhlı “akrep”lere taş atarak dile getirmeye çalıştılar çoğu zaman bir oyuna dönüştürerek. Çünkü her şeye rağmen çocuktu onlar ve büyüklerden rol çaldıklarının farkında olmadan oyun oynamak istiyorlardı, oyun oynuyorlardı.  Bir keresinde onlarla röportaj yapan Ece Temelkuran’a içlerinden birisi “neden taş attınız?” sorusuna çocuk saflığıyla, polisleri kastederek “ama onlar başlattı” diyordu. Çocuk her yerde çocuktu, fakat onlar farklıydı, çünkü onlar Kürt çocuklarıydı, onlar “Taş atan çocuklar”dı.
Onlar taş attılar, polis amcaları gaz bombası… sonra gözaltına alındılar gecenin bir yarısında evlerinden, tutuklandılar devletin şefkatli sıcak yüzünü daha yakında görmek için… Cezaevlerinde de boş durmadı devlet, bu küçük çocuklara “en şefkatli yüzünü” göstermek istiyordu. Onları “adi” suçluların ortasına attı, salyalarını akıtmış insanlıktan nasibini almamış yaratıklar da, devletin gücünü arkasına alarak, bu çocuklara “şefkat” gösteriyorlardı. Çünkü onlar çocuk değildi, onlar “Taş atan Kürt çocuklarıydı” ve bu “suç”larıyla her şeyi hak ediyorlardı. Hem ne diyordu emniyetin başındaki adam habertürk ekranlarında; “her şeyden önce şunu görmek gerekiyor, bu çocuklar baklava çaldıkları için girmediler oraya”.
Yani, önce vuruldular bu çocuklar, sonra “demokrasi” geldi tutuklanmaya başlandılar… ve ileri demokrasi ikliminde cezaevlerinde onların payına düşen, dayak ve cinsel tacizdi. Çünkü onlar “baklava çalan çocuklar” değil, “taş atan çocuklar”dı. Sanki baklava çalan çocuklar saraylarda yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında seyr-ü sefa içinde yaşıyorlarmış gibi. Sesleri çıkmıyorsa “baklava çalan çocukların”, korkularından, bir yaşam biçimi haline gelmiş suskunluklarındandır.
Pozantı cezaevinde bir skandal, (normal şartlar altında ve normal bir devlette bir skandal olması gereken bu tür bir olay) hepsi aynı zamanda birer politik tutuklu olan bu çocukların konuşmaları ve onları dinleyen cesur gazeteciler sayesinde ortaya çıktı.  Sonraki gün hem konuşanlar hem de onları dinleyip bu skandalı ortaya çıkaran gazeteciler “dalga”ya kurban gittiler.
Uzunca bir süredir Kürtlere karşı bir sürek avı devam ediyor. Önceleri apoletli şimdilerde ise yeşillenmiş renkleriyle büyük, kocaman medya tarafından “dalga” olarak ifade edilen bu sürek avı artık sadece sisteme ve/veya iktidara muhalif Kürtleri değil, bir süredir onların dostlarını da hedef haline getirmiş durumda. Bu konuda Profesör Büşra Ersanlı, yayıncı Ragıp Zarakolu günümüzün sembol örneklerdir. (Bilim adına Kürtlerin dertlerine kafa yorduğu için ömrünün önemli bir bölümünü cezaevlerinde geçirmiş İsmail Beşikçi hoca, Türkiye’de Kürt olmayıp da Kürtlerle ilgilenmenin, onların dertlerine kafa yormanın nasıl netameli bir iş olduğunun çok canlı bir örneğidir ve bu konuda O’nun ismini anmamak haksızlık olur).
Bilim adamları, yayıncılar, gazeteciler, yazarlar… Kürtler ve onların dertleri üzerine kafa yoran tüm Kürt dostları bu sürek avının hedefindedirler… Ve bu sürek avının son kurbanı, Diyarbakır’da ‘Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği’nde gönüllü olarak çalışan, “taş atan çocuklar’ları kendine dert edinen, onları dinleyen, hikayelerini kaleme alan Müge Tuzcuoğlu. (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1081138&CategoryID=77).
Önce çocukları aldılar, sonra onları haber yapan gazeteci ağabeyleri/ablaları, sonra onların yanında olmayı seçmiş, dertlerini paylaşmaya gönüllü olmuş diğer ağabeyleri, ablaları, tüm dostları…
“Taş atan çocukların” Mavi gözlü, Karadenizli Müge ablaları da “dalga”dan alındı içeriye…
Bir taş olsanız, diye sorulmuştu?
Ben bir taş olsam, içinden taşacak fikirlerle, kafalarının içi ırkçı, ayrımcı kalıp yargılarla dolu olan “baştaki”lerin kafalarının içini değiştirebilecek derecede güçlü, içi insanlığın bugüne kadar getirdiği en iyi, en güzel değerlerle, fikirlerle dolu bir kuyuya atılmak isterim.
Ben bir taş olsam, mutlu ve güzel günleri dalga dalga tüm insanlara yayacak bir özgürlük denizine atılmak isterim.
Tüm cezaevlerini yıkacak güçte bir taş olmak isterim…
Diyarbekir



[1] Başlık, Müge Tuzcuoğlu’nun ‘Taş Atan Çocuklar’la yaptığı röportajlardan oluşan Ben Bir Taşım kitabından esinlenerek konulmuştur. En kısa zamanda yeniden özgürce aramıza ve çalışmalarına katılması dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder